Kudüs Kimindir? Kudüs’ün ve Mekke’nin Statüsü

İSRAİL HALKI KİMDİR?

İsrail halkı, Hz İbrahim’in (as), oğlu İshak’tan torunu olan Hz. Yakub (diğer ismi İsrail) peygamberin soyundan gelen bir halktır. Bu halkın içinde, yüzyıllar içinde çok sayıda nebi-resul (peygamber) görevlendirilmiştir. İşte bu elçiler şunlardır:

Yakub – Yusuf – Şuayb – Musa – Harun – İlyas – Elyesa’ – Davud – Süleyman – Eyyub – Zulkifl – Yunus – Zekeriyya – Yahya – İsa.

Kur’an’da bildirilen 25 peygamberden 15’i, bu halkın içinden çıkmıştır. Zaten Adem – İdris – Nuh – Hud – Salih – İbrahim – Lut – İshak – İsmail gibi diğer 9 nebi-resul (peygamber) döneminde İsrail halkı diye bir halk mevcut değildi.

 

SAHTE GÖZYAŞLARI, SAHTE KAN VE TUZAK KURAN KARDEŞLER

İsrail (Yakub’un) oğulları, çocuk yaşta kıskandıkları kardeşleri Yusuf’a tuzak kurdular ve çok geçmeden ağlayarak babalarına geldiler; onu kurt yedi, işte kanlı gömleği diye, sahte bir kanla onu kandırmaya kalktılar. Yusuf’u, çocuk yaşta çıkamayacağı derin bir kuyuda bırakmışlardı. Baba Yakub onlara ve onların anlattıklarına güvenmedi. Yıllarca Yusuf’un özlemiyle yaşadı. Allah onu oradan geçen bir kervan aracılıyla kurtardı ve bazı özelliklerinden dolayı önemli konumlara getirdi. Onlar bir aile idi; tüm insanlık bir ailedir, ama İsrail oğullarını kendi kardeşlerine ölümcül bir tuzak durmaktan çekinmedi.

 

FİLİSTİN VE KUDÜS’ÜN ÖNEMİ

Kudüs’ün önemi, yalnızca oradaki mabetten dolayı değildir. Daha orada mabet yokken, çöllerde sürünen İsrail halkına Filistin toprakları bir kurtuluş olarak vaat edilmiş idi. Bu vaat, o günkü Hz. Musa’nın çağrısına kulak veren, Müslüman İsrail halkına idi.

 

İSRAİL HALKI’NIN TUTUMU

Ancak bu halkın büyük çoğunluğu, Mısır’dan çıkıştan sonra Musa’nın hak ve adalet ilkelerini izleme konusunda ayak direyen, işin kolayına kaçan ve korkaklık eden bir halk idi.

O günkü İsrail halkı, mademki Allah, onları Mısır’dan Firavun zulmünden kurtarmıştır, öyleyse her hâlükârda Allah’ın kendilerini koruyup kurtaracağına inanan bir halktır.

 

İSRAİL HALKI’NA FİLİSTİN BÖLGESİ NEDEN VAAT EDİLDİ?

Nitekim İsrail halkı, kendilerini Allah katında özel ve ayrıcalıklı görerek kibirli bir tutum sergilemişlerdir. Hz Musa, bu halkı, içinde yaşadıkları zor koşullardan kurtarmak için kendilerine vaat edilen bölgeye gitmeye ikna etmeye çalışmış, ama onları ikna edememiştir. Vaat edilen bölgede o dönemde müşrikler yaşıyordu. Eğer oraya barışçıl amaçla ana kapıdan girerlerse, güven içinde girecekleri ve galip gelecekleri ifade edildi. Ancak o günkü İsrail halkı, ne Allah’a güvendiler, ne de kendilerine güvendiler.

Daha Süleyman mabedi yokken, Filistin’e girmemek için İsrail halkının ne tepkiler verdiklerine göz atalım:

“(Hem) Yahudiler ve (hem de) Hıristiyanlar, ‘Biz Allah’ın çocuklarıyız ve O’nun sevgili kullarıyız’ derler. De ki: ‘Öyleyse, Allah, neden günahlarınızdan dolayı sizi cezalandırıyor ki? Hayır, siz Onun yarattığı insanlardan başka bir şey değilsiniz! O, uygun gördüğünü bağışlar ve uygun gördüğünü cezalandırır. Zira göklerde ve yerde ve ikisi arasında bulunan her şey üzerindeki hükümranlık Allaha aittir ve bütün dönüş, O’nadır.”

Ey Kitap ehli! Elçilerin arasının kesildiği sırada size elçimiz (Muhammed) geldi, size gerçekleri açıklıyor ki, (ileride); “Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi” demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah, her şeyi yapabilendir.

Bir zaman Musa, halkına: ‘Ey halkım!’ demişti, “Allah’ın size bahşettiği nimetleri hatırlayın ki O, aranızdan peygamberler çıkarmış, sizi yöneticiler yapmış ve dünyada başka hiç kimseye vermediği şeyleri size vermişti.’

Ey halkım! Allah’ın size vaat ettiği bir süreliğine kutsallaştırılan bölgeye girin; ama (inancınızdan) vazgeçmeyin, yoksa kaybedenlerden olursunuz!’

Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! O (dediğin) topraklarda gayet güçlü, zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de gireriz.’

(İnsanlardan değil, Allah’tan) korkanlardan Allah’ın nimet verdiği iki adam dedi ki; “Onların üzerine ana kapıdan girin, eğer ana kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz gâlip gelirsiniz. Eğer inanıyorsanız Allah’a dayanıp güvenin!”

Dediler ki: ‘Ey Mûsâ, onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin, gidin, savaşın, biz burada oturuyoruz!’

Musa: «Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu yozlaşmış bozuk halkın arasını ayır» dedi.

Allah, ‘Öyleyse orası (arz-ı mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme’ dedi.” (5Maide/18-26)

 

VAAT EDİLEN BÖLGE, YALNIZCA O DÖNEME VE BELLİ ŞARTLARA BAĞLI İDİ

Allah, Musa’nın kavmi İsrail halkına, eğer onlar, Allah’ın ayetlerine, hakkaniyete, hak ve adalete uygun yaşar ve sorumlu davranırlarsa, o günkü Müslümanlara o dönem için değerli bölgeyi vaat etmiştir. Ama İsrail halkı, kendilerine gelen elçileri dinlememiş, görüldüğü gibi kibirli ve nankör davranmıştır. 20Taha/86

Hz Musa ve Hz İsa (as)’da, Allah’tan vahiy alan nebiler idiler. Onlar da insanları İslam’a, hak ve adalete davet etmişlerdir. 2Bakara/136; 3Al-i İmran/84; 10Yunus/84

 

MÜSLÜMANLARIN BİLİM VE TEKNOLOJİDE GÜÇLENMELERİ

Hz Musa’dan uzun süre sonra, Allah, Hz. Davud ve Süleyman (as)’ı, nebi-resul (peygamber) olarak görevlendirmiştir. 4Nisa/163

Hz Davud döneminde demir madeninin kullanımı başlamış ve Hz. Süleyman döneminde ise demir ve bakır kullanılarak daha gelişmiş ürünler icat edilmiştir. Hz. Süleyman, mevcut kaynakları ve imkânları kullanarak mabet, sanat eserleri, havuzlar, kazanlar yaptırmıştır. Bu gerçeğe Kur’an’da şöyle yer verilmiştir:

Davud’un demiri kullanmasını sağladık… “Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve erdemli iş yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim” diye (vahyettik)… Erimiş bakır kaynağını onun buyruğu altında akıttık. Görünmeyen varlıklardan bir kısmı (da) Rablerinin izniyle onun için çalışırlardı ve hangisi emrimizden çıktıysa ona yakıcı ateşin azabını tattırırdık. Onun isteğine göre mabetler, heykeller, büyük tekneler kadar (geniş) havuzlar ve sağlamca tespit edilmiş kazanlar yaptılar. (Dedik ki:) “Ey Davud kavmi! Kaynakları verimli değerlendirmeyi (şükretmeyi) esas alın. Kullarım arasında hakkıyla kaynakları verimli değerlendirenler (şükredenler) çok azdır!”

(34Sebe’/10-13)

 

MABEDİN VE EĞİTİM KURUMLARININ İNŞASI

Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ni yaptıran Hz Süleyman’dır. Süleyman Mabedi, Hz Musa (as)’dan çok sonraları inşa edilmiştir. Hz. Süleyman, tüm varlıkların sahibi olan Allah’a inanan ve insanları İslam’a, hak ve adalete davet eden bir Müslüman idi. 27Neml/30-31,38,44

 

BÖLGENİN, TOPRAKLARIN VE KURUMLARIN, HAK VE ADALETİN ÖNÜNE GEÇMESİ

Allah, elçi ve din gönderirken, insanlar arasındaki ihtilafları, onların sorunlarını, sıkıntılarını ve ihtiyaçlarını barışçıl yollarla, savaşsız ve kavgasız, hak ve adalet ilkeleri gözetilerek çözmelerini amaçlamıştır. Ama insanlar, sık sık haksız taleplerinden, hırs ve ihtiraslarından dolayı anlaşmazlığa düşmeye devam etmişlerdir.

«Bütün insanlık bir zamanlar tek bir topluluktu; (sonra ihtilafa düşmeye başladılar), bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlarla birlikte hakkı ortaya koymak amacıyla kitap indirdi ki, onunla insanların hakkında anlaşmazlığa (ihtilafa) düştükleri konularda karar verebilsin. Ancak kendilerine Kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık (hırs ve ihtiras) yüzünden kendilerine apaçık kanıtlar gelmesine rağmen Kitap konusunda ihtilafa düştüler…»

(2Bakara/213)

«Sana kitabı, ihtilafa düştükleri (ayrılığa düştükleri) şeyleri onlara açıkça ortaya koyman için ve iman eden bir topluma doğru yolu gösterici ve rahmet olarak indirdik.» (16Nahl/64)

“Andolsun biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik…”

(57Hadid/25)

Ne yazık ki ihtilaflar; haksızlıkları, zulümleri ve katliamları getirmiştir. Zayıflar, güçsüzler, yaşlılar, çocuklar ve kadınlar, işte bu yozlaşmanın en büyük kurbanı olmuşlardır.

 

BOZGUNCULUK YAPAN HALKIN SONU FELAKETTİR!

“Kitapta İsrâil oğullarına şu kararı bildirdik:

Siz o ülkede iki kez bozgunculuk çıkaracaksınız ve yücelik iddiasına kalkışacaksınız!

Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaat idi.

Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik; servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; sayınızı daha da çoğalttık.

Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid’e (Süleyman Mâbedi’ne) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, tekrar göndeririz).”

(17İsra/4-7)

 

HAKSIZLIKLARA VE ZULÜMLERE KARŞI DİK DURMADAN İYİ İNSAN OLAMAYIZ

Zulümlere karşı çıkmayan kişi, erdemli insan olamaz. Kendi dünyasında, içinde yaşadığı dünyada bildiği ve tanık olduğu kötülüklere sessiz ve tepkisiz kalarak hiç kimse iyi insan olamaz.

İyilik yapmakla ‘iyi insan’ olmak aynı değildir.

Aç bir insana ekmek vermekle iyilik yapmış oluruz. Açlığa karşı mücadele vererek iyi insan oluruz.

Yaralı insana yardım etmekle iyilik yapmış oluruz. Onların yaralanmalarına neden olan olumsuzluklara karşı mücadele etmek kişiyi iyi insan yapar.

Bir insana olumlu ve sıcak mesajlar verdiğimizde iyilik yaparız. Ama ona asıl söylenmesi gerekeni söylediğimizde iyi insan oluruz.

Hoş güzel sözler söyleyince iyilik yaparız. Günün, zamanın, gündemin sözünü söylediğimizde iyi insan oluruz.

İyilik yaparken bir risk almayız, bir zorlukla karşılaşmayız. Oysa iyi insanlar, gerçeği, hakikati söylemek için risk alır, zorluklara karşı dik dururlar.

İyi insan katliamlara karşıdır.
İyi insan zulümlere karşıdır.
İyi insan ayrımcılığa karşıdır.
İyi insan iftiraya karşıdır.
İyi insan bozgunculuğa karşıdır. 
İyi insan düzeltici insandır.
İyi insan haktan yanadır.
İyi insan adaletten yanadır.

Sizden biri bir kötülük görürse, gücü yetiyorsa fiili müdahale ederek o kötülüğü durdurmaya çalışsın. Buna gücü yetmiyorsa, sözlü müdahale ederek kötülüğü sona erdirmeye uğraş versin. Buna da gücü yetmiyorsa, bu kötülüğe karşı içinden bir kızgınlık, bir öfke duysun. İşte bu sonuncusu, inancın/iman etmişliğin en alt düzeyidir.”

Hz Muhammed (as)

Onlar, kendilerine hatırlatılan mesajı unuttular, biz de yalnızca kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri de, yozlaşıp dejenere olmalarından dolayı zorlu bir azapla yakaladık.”

(7A’raf/165)

Sizden önceki nesillerden akıllı ve donanımlı kimseler (insanları) ülke içinde bozgunculuk yapmaktan sakındırsalardı ya! Ancak içlerinden kendilerini kurtardığımız pek az kimse dışında bunu kimse yapmadı. Zulmedenler, içinde şımartıldıkları refahın ardına düştüler. Çünkü suçlu idiler.”

(11Hud/116)

 

BEYTÜ’L-MAKDİS (MESCİD-İ AKSA) TARİHİ

“Kudüs, Lut gölüne 24, Akdeniz kıyılarına kuş uçuşu mesafe olarak 52 km. uzaklıkta bulunan şehrin deniz seviyesinden yüksekliği Harem-i şerif’te 747 metredir. Kudüs şehrinin İbrânîce adı olan Yeruşalayim (Yeruşalem) iki ayrı kelimeden oluşmaktadır. Süleyman mabedine Beytülmakdis denirken, sonraları kente  Beytülmakdis adı verilmiştir” (DİA, Kudüs Maddesi)

Yeruşalem, Daru’s-selam (islam/doğruluk/barış yurdu) diye Arapça’ya geçmiştir. Çünkü Allah’ın elçileri, orasını savaş değil barış ve doğruluk yurdu yapmışlardır. Ama onların davasını istismar edenler, orayı savaş yurduna dönüştürmüşlerdir.

İsrailoğullarını güven/doğruluk yurduna (mubevvee sıdk) yerleştirdik ve onlara temiz rızıklar verdik. Kendilerine bilgi gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphesiz ki, ayrılığa düşmüş oldukları şeyler hakkında Rabbin kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.”

(10Yunus/93)

Günümüzdeki Mescid-i Aksa’nın asıl ismi, Beytülmakdis (mukaddes ev)’dir. Bu yerin tesbiti ve planlanması Hz. Dâvûd ile başlar. Ancak Allah mâbedin Hz. Süleyman tarafından yapılacağını bildirir. Tıpkı Kabe’yi Hz İbrahim’in oğlu İsmail ile birlikte yapması gibi. Kur’an’da Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan cinlerin mihraplar, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler ve sabit kazanlardan ne dilerse yaptıkları bildirilir (Sebe’ 34/13). Bu mihraplar mescidin bölümleriyle yorumlanmıştır.

Çok değerli eşya ile dolu olan Beytülmakdis, Hz. Süleyman’dan sonra zaman zaman istilâcıların yağmalama ve yıkımlarına mâruz kalmıştır. En büyük yıkım Bâbil Hükümdarı II. Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü üçüncü işgali sırasında olmuş (m.ö. 586), şehri tamamen tahrip eden Buhtunnasr yıkılan mâbedin kapı ve duvarlarından söktüğü altın kabartmalarla diğer kıymetli eşyayı şehirden topladığı ganimetlerle ve halkın büyük bir kısmıyla beraber Bâbil’e götürmüştür. Kudüs birkaç defa daha istilâya uğramıştır. Mabet birkaç kez yeniden inşa edilmiştir. Kur’an’da bahsi geçen, Hz. Zekeriyyâ’nın ve Meryem’in ibadete çekildikleri odalar da (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11) bu binada olmalıdır.

Hz Îsâ Kudüs’e geldiğinde mâbedin pazar yerine çevrilmiş olduğunu görmüş ve bunu engellemeye çalışarak insanlara, Ahd-i Atîk’te mâbedin yapılış amacının bütün milletler için dua evi olduğuna (İşaya, 56/7) ve geçmişte “haydut ini”ne çevrildiğine dair (Yeremya, 7/11) yer alan cümleleri hatırlatmıştır (Markos, 11/15-17). Yine Ahd-i Cedîd’de mevcut bilgilerden Hz. Îsâ’nın orada İncil’i öğretmeye çalıştığı, fakat yahudi kâhin, yazıcı ve ihtiyarlarının buna karşı çıktıkları anlaşılmaktadır (Luka, 20/1-2). Milâttan sonra 70 yılında Titus kumandasındaki Roma ordusunun işgali sırasında hemen hemen tamamen yakılan Kudüs’le birlikte mâbed de yıkılmıştır.

Müslümanlar, Medine’ye hicret edince orada kıble olarak Beytül Makdis’e yönelen Yahudilerle karşılaştılar ve onlar da, 16-17 ay kıble olarak oraya yöneldiler. Medine’ye hicretten önce Müslümanların hangi yöne yöneldikleri konusunda farklı rivayetler vardır. İbn Cüreyc, Resûlullah’ın önceleri Kâbe’ye, daha sonra Kudüs’e yönelerek namaz kıldığını kaydeder.

Hz. Ömer, Kudüs’ü fethedip anahtarını teslim aldığında kendisi de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın (Süleyman Mâbedi) Hıristiyanlık döneminde molozlar altında kalmış olan yerini temizletip Süleyman Mâbedi’ne yakın yerde Sahre’nin güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırmış, daha sonra da buraya bir mescid yaptırmıştır.

Mescid-i Aksâ (Beytü’l-makdis: Süleyman Mâbedi)’nın ikinci defa Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân tarafından Mısır’ın yedi yıllık haracı ile inşa edildiği veya 90-96 (709-714) yıllarında binayı yaptıranın I. Velîd olduğu ifade edilmektedir.

Mescid-i Harâm ise, yeryüzünde bilinen en eski mescittir (Âl-i İmrân 3/96). (DİA, Mescid-i Aksa, Mescid-i Haram, Kabe ve Kıble Maddeleri)

 

KUDÜS’ÜN VE MEKKE’NİN STATÜSÜ

Tüm elçiler, yalnızca İslam’ın öncüsü ve sözcüsü olmalarına rağmen, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların, Kudüs’ün statüsü hakkında çeşitli iddiaları vardır. Bu din mensuplarının hepsi, orada görev yapan elçilere inandıkları iddiasındadırlar. Diğer taraftan söz konusu tüm elçiler, bu şehre değer vermişlerdir.

Orada barış, hak, adalet ve merhamet egemen olmalıdır, yahut orası, ortak paydada tüm tarafların eşit söz sahibi olduğu bir konsorsiyum tarafından yönetilmelidir. Orada herkes kendisini güvende hissetmelidir. Tıpkı Mekke’deki Mescid-i Haram’ın, emniyet ve güven merkezi olarak belirlenmiş olması gibi. Benzer durum, Mekke için de geçerli olmalı. İslam’a inanan tüm ülkeler orada söz sahibi olmalı, hiçbir ortak değer yalnızca bir ülkenin inisiyatifine bırakılmamalıdır.

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir