Edebiyat ve Ahlak
Edebiyat ve Ahlak / Betül COŞKUN
Edebiyat, kaynağını toplumdan alır. Kaynağı işleyiş biçimiyle, toplumla yüzleşir. Edebiyatın toplumdan aldığını kendine mahsus yasalarla işliyor oluşu, toplumdan alınan bu kaynağın işleniş biçimini önemli kılar. Çünkü edebiyat sadece toplumu yansıtmaz. Aynı zamanda toplumu dönüştürür. Bugün edebiyatta olanın yarın hayatta oluşu edebiyatın yansıtma biçimini dikkat çekici kılmış; bu noktada özellikle, edebiyatın ahlakla olan ilişkisi önem kazanmıştır.
Edebî eserlerin toplum ahlakı için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğu, ahlakî edebiyatın özellikleri, edebî eserde ahlaka riayet etme zorunluluğu gibi pek çok konu, Türk edebiyatının ana temalarından biri olmuştur. Pek çok edebiyatçının polemiklerine sebep olan bu husus, Batı’da ve Türk edebiyatında gelişen şiir ve roman teorilerinin de öne çıkan meselelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Gayelerinden biri hayatı yansıtma olan roman, hikâye ve tiyatro gibi türlerde bu hususun yazarların zihnini meşgul ettiğini görmekteyiz. Öyle ki, bu mesele daha edebiyat ve sanatın mahiyetine ait ilk kitaplardan olan Poetika’da dahi tartışılmaktadır. Aristoteles, bu eserde tragedyaların işlevinden bahseder ve bu türün görevinin “uyandırdığı korku ve acıma duygusuyla ruhu tutkulardan temizlemek” olduğunu belirtir.1 Aristoteles’ten bu yana, gerek Batı’da gerek Türk edebiyatında edebî esere toplumu eğitme ve yüceltme gibi bir fonksiyonun yüklendiği görülmektedir. Bu çerçevede, Yeni Türk Edebiyatı’nda Mizancı Murad’a kadarki sürece baktığımızda Tanzimatçıların pek çoğunun edebî anlayışlarında bu meselenin önemli bir yer tuttuğunu söylemek mümkündür.
Tanzimat döneminde, yazdığı eserlerin çokluğu ile dikkati çeken ve edebiyatı meslek edinen ender yazarlardan biri olan ‘hâce-i evvel’ Ahmet Mithat Efendi, gerek eserlerinde gerekse gazetecilik hayatı boyunca yayımladığı makalelerinde edebî eserin işlevine değinmiş; edebiyat ahlak ilişkisini sorgulamıştır. Ahmet Mithat Efendi, Şark Mecmuası’nda yayınlanan 1297 (1880) tarihli ‘Romancı ve Hayat’ adlı yazısında şu soruya cevap aramaktadır: “Roman ve hikâyeler ahlak-ı umumiye için muzır mıdır müfid midir?”2
Ahmet Mithat bu yazıda, ahlak edebiyat ilişkisine dair iki görüşten bahseder. Bir kısım üdebaya göre romanlar eğer insanların ahlak-ı hasene ve melekiyesine dair olursa faydalı, ahlak-ı seyyiesine dair olursa zararlıdır. Bir başka görüşe göre, insan ahlakındaki kötülükler, çirkinlikler roman suretinde insanlara sunularak insanların bu çirkinliklerden sakındırılması söz konusudur. Ahmet Mithat’ın belirlediği bu iki kategori, bu konuyla alakalı edebiyat dünyasındaki genel panoramayı çizmesi bakımından dikkate değerdir. Ahmet Mithat, bu iki görüşten ikincisine daha yakındır. Söz konusu yazısında bu hususta şöyle değerlendirmede bulunur:
“Eğer ahlak-ı umumiye yine kendisi için nâfi veyahut yine kendisi için muzır ise, bu iki rengin ikisi dahi muharrir tarafından bi-hakkın tasvir edilmek ahlak-ı umumiyeyi yine olduğu gibice kendi erbabına irae eylemek demektir. Beğendiğine imtisal, beğenmediğinden ictinab o romanları okuyanlara ait olup…”3
Namık Kemal, “Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyat Hakkında Bazı Mülâhazatı Şamildir” adlı meşhur yazısında edebiyata ‘nef’-i nas ve hayr-ı nâs’ görevini yüklemektedir. Fikirleri, hayatı ve eserleri ile Türk edebiyatına yön veren Namık Kemal, edebiyat anlayışını ahlakla temellendirir. Toplumu eğitmeyi amaç edinen ve edebî anlayışını bu temel üzerine kuran, bu fikirleri ile de pek çok takipçisi olan Namık Kemal, edebiyatın milletin ‘hüsn-i terbiyetine’ hizmet etmesi gerektiğine inanır.4 Namık Kemal’e göre bir eser hem edebî kıymete sahip olmalı hem de edebe uygun olmalıdır. Söz konusu yazısında bu hususta şöyle der: “Hakikat-i hâlde lafzen edebiyatın me’haz-ı iştikâkı edeb ise, manen edebin masdar-ı intişârı edebiyattır.”5
Edebiyatımızda bu konuyla ilgili getirdiği benzerinden farklı tekliflerle dikkati çeken; fakat muhalif yönü ve genele aykırı görüşleri ile geri planda kalan Mizancı Murad Bey’in edebiyat-ahlak ve şerair-i İslâmiye ilişkisi konusundaki değerlendirmeleri, teklifleri ve uygulamaları dikkat çekicidir. Mizancı Murad, bazı noktalarda, Ahmet Mithat ve Namık Kemal’den ayrılır. O, edebiyatın toplum ahlakına doğrudan şekil vermesi gerektiğini, bunu yaparken de ‘hakikat’e uymakla birlikte şerair-i İslamiye’ye riayet etmesi lazım geldiğini düşünür. Tarihimizde daha çok gazetecilik yönüyle tanınan Mizancı Murad, yazdığı tek romanı olan “Turfanda mı Yoksa Turfa mı” adlı eseri ile bu düşüncelerini uygulama imkânı bulmuştur. Ahlakî edebiyat tezinin bu romanla uygulanabilir olduğunu edebiyat dünyasına göstermek istemiştir. Bunda başarılı olduğunu söylemek gerekir. Onun izinden giden ve gidecek olan romancılara yol göstermesi açısından da fikirlerini kurguyla buluşturduğu bu eser dikkate değerdir. Mizancı Murad’ın edebiyat anlayışını ortaya koyduğu ve bu anlayışını birkaç eserde uygulamalı olarak gösterdiği ‘Üdebâmızın Nümune-i İmtisalleri’ adlı yazısında konuyla ilgili teklifleri görülmektedir.
Mizancı Murad ‘edebiyat-ı ahlakîye’ şeklinde bir kavramdan bahseder ve bu edebiyatın içine roman ve tiyatroyu alır. O, edebiyat-ahlak ilişkisine değinirken edebiyatın yalnızca manevi hayatı tasvir etmekle veya hayvani hislerin teskini için bir yol göstermekle kalmaması gerektiğini düşünmektedir. Edebiyat, “âmâl-i milliyeye verdiği cazibeli eşkâl ve suver sayesinde ahvâl-i müstakbeleye icra-yı tesir ve gayret-i milliyeyi birtakım makâsıd-ı celîleye doğru sevk ve tahrik etmekle mükelleftir.”6 der. Edebiyat, geleceği etkileyecek, milli değerleri koruyacak ve insanları bu yönde geliştirecek bir güce sahiptir. Mizancı Murad, edebiyata yüklediği bu fonksiyonla aslında kendi edebiyat tanımına uygun bir teori üretmiş olmaktadır: “Edebiyat, bir kavmin terceme-i ahvâli ve hayat-ı maneviyesidir.”7
Edebî türlerin unsurları üzerinde de duran Mizancı Murad, bu türlere ait tüm unsurların (zaman, mekân, kahramanlar, olay örgüsü, bakış açısı vs.) “âdâb-ı umumiyeye ve terbiye-i milliyeye ve tab’-ı selime” uygun olması gerektiğini savunur. Bununla beraber bir uyarıda da bulunur: Reel hayattan uzaklaşmamak! Mizancı Murad, edebî esere iki cepheden yaklaşarak eserin ahlakî değerlere uygunluğunun önemine değinir ve türünün gerektirdiği hususiyetleri taşıması gerektiğine inanır. Roman hem ahlakî ve dinî değerlere uygun hem de reel olmalıdır.
Mizancı Murad edebiyatçıların en büyük vazifesinin ‘tehzib-i ahlak’ olduğunu düşünmektedir. Bu vazifeyi icra etmemiş eserlerin kocakarı masallarından öteye geçmeyeceğini savunur. Ona göre “edebe uygun edebî eser, ebedî olur.”
Yazar, söz konusu makalesinde romanın asli unsurlarından olan zaman, mekân, şahıslar, bakış açısı ve olay örgüsü noktasında Recaizade Mahmut Ekrem’in Vuslat, Samipaşazade’nin Sergüzeşt, Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistre isimli eserlerini incelemektedir. Bu incelemede Mizancı Murad’ın dikkatinin eserdeki olayların ahlak ve örfe uygunluğu üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Mizancı Murad, roman ve tiyatroda yer alacak şahısların topluma ‘numune-i imtisal’ olması gerektiğini düşünmektedir.8 Kahramanların toplumun örnek alacağı şekilde kurgulanmasının gerekliliği üzerinde ısrarla dururken bunların akla, mantığa uygun şekilde tasvir edilmesinin lüzumuna da değinir. Mekânın ve bakış açısının edebî esere yakışır nitelikte olmasını ister. Olay örgüsü ile alâkalı olarak ‘dram entrikası’ şeklinde bir kavram ortaya atar. Dram entrikasının tam kurulamadığı eseri başarısız sayar ve bu tarz eserin edebî değerini düşük bulur. Ona göre, iyi ile kötünün mücadelesinin başarılı bir şekilde kurgulanması gerekmektedir. Mizancı Murad, kurgusal eserin taşıması gereken bu hususiyetini ‘tezli roman’ merkezli ele alır ve bu mücadelede iyi, ahlaklı olanın galip gelmesi gerektiğini savunur. Eserde kötü olan mutlaka cezalandırılmalıdır. Mizancı Murad iyi ve kötü olanlar şeklinde ayırdığı bu iki sınıfı fazilet mücahitleri ve fazilet kurbanları olarak isimlendirir.Yazara göre, ahlakî edebiyatta her zaman fazilet mücahitlerinin galip gelmesi gerekmektedir.. Mizancı Murad, bu husustaki düşüncelerini daha da ileri götürür ve şöyle der: “Üdebâ-yı kiram âdâb u ahlak-ı cemiyete böyle vergiler vermeye mecburdur. Çünkü aksi hâlinde âsârda ‘maksad-ı edebî’ye mahal kalmaz. Fakat üdebâ için itâsı vâcib olan bir vergi daha vardır ki onun itâsında gösterilecek tekâsül ‘cinayet-i edebîye’den addolunsa yeridir. Bu dahi âdâb-ı diyânete karşı irtikâb olunan kusur ve tekâsüldür.”9
Romantizm akımının etkisinin hissedildiği bu fikirlerde, Mizancı Murad’ın getirdiği yenilik, ahlakı maksad-ı edebîden öne çıkarması ve eserde ahlakî değerlerden de önce âdâb-ı diyaneti görmesidir.
Namık Kemal’in sürgününe sebep olan ve döneminde büyük bir heyecanla karşılanan Vatan Yahut Silistre adlı eserini inceleyen Mizancı Murad’ın bu eserle ilgili değerlendirmelerinde yukarıda bahsettiğimiz ahlakî edebiyat anlayışının öne çıktığı görülmektedir.
Mizancı Murad, Vatan Yahut Silistre’de İslâm Bey’in Zekiye’nin odasına pencereden girişini eleştirir ve bunu “âdâb-ı memlekete, riayet ve nezakete, namus ve haysiyete gayr-ı muvafık” bulur.10 Söz konusu eserde taşıdığı vatan sevgisiyle öne çıkan ve milliyetçi, kahraman bir asker olan İslâm Bey, ilk defa görüp âşık olduğu Zekiye’ye veda etmek için (Kırım Muharebesi’ne katılacaktır.) onun yanına gelir. Fakat, bunu, pencereden atlayarak yalnız bir genç kız olan Zekiye’nin odasında girmek suretiyle yapar. Mizancı Murad’ın eleştirdiği nokta budur. Mizancı Murad, okuyucuya ‘numune-i imtisal’ olması gereken bu iki kahramanla ilgili böyle bir olay icat eden Namık Kemal’i eleştirir ve eserde İslâm Bey’in bu hareketini ‘şayan-ı takbih’ bulur.11
Mizancı Murad, eserde kable’t-teehhül, yani evlilik öncesi aşkı eleştirmekte; ‘Nikâh düşmeyene alâka olmaz. Nikâh düşene de mahrem olmazdan evvel muhabbet edilemez.’12 demektedir. Mizancı Murad sadece eleştirmekle sınırlı kalmayıp teklifler de sunar. Evlilik meselesinde İslamî esaslara uyarak kurgulama yapılabileceğini savunur ve bununla ilgili yöntemler gösterir:
“ ‘Aşk ve muhabbetsiz roman ve tiyatro yazılamaz.’ diyeceklerdir. Pek doğrudur. Lâkin bizde, ‘kable’t-teehhül’ aşk ve muhabbete başka suret vermeli. Arızalar ile mülakatları kaldırılmalıdır. Erkek ile kadının ciddi olan meyil ve muhabbetlerinin bizde bade’t-teehhül peyda olmasına ve edeb ve hayâlarını gözetmek lüzumunu hissedecek kadar namuslu olan bir çift için hayat-ı müşterekin Perşembe günü kotluk resmiyle küşâd olunmasına nazaran, hissiyât-ı kalbiye hâfayasını keşif ve tasvir arzusunda bulunan üdebâmız bir mukaddeme şeklinde kable’t- teehhül eşhâs-ı sâlise vasıtasıyla âdab dahilinde kesbolunan münasebâttan bahsettikten sonra asıl edîblik vazifesini teehhül dakikasından itibaren deruhte etmelidirler.”13
. “Aşk ve muhabbetsiz roman olmaz.” fikrine katılan Mizancı Murad evlilik öncesi erkek kadın münasebetini eleştirmekte ve aşkı konu alan romancılara bu süreçle ilgili şöyle bir çözüm önermektedir: Evlilik öncesi münasebet ve süreçler, edip tarafından ikinci dereceden şahıslara bir mukaddime şeklinde ifade ettirilebilir. Kahramanların asıl iç dünyaları, aşkları ise evlilik hadisesi gerçekleştikten sonra edep ve hayâ çerçevesinde tasvir ve tahlil edilebilir.
Mizancı Murad, şer’an ve örfen yasaklanmış olan evlilik öncesi münasebete – mülakat- düzeyinde dahi romanda yer verilmemesi gerektiğini ifade eder. Bunun pratikte şöyle çözüleceğini düşünür: Alışılmışın tersine olarak eserin sonunu başa çevirmek gerekir. Söz kesilmeli, evlilik merasimi olmalı; sonra da evlilik gününden itibaren eserin maneviyatına girilmelidir. Bu halde, eser ahlaka uygun olur.
Mizancı Murad, Vuslat ve Sergüzeşt’te de benzeri hususlara değinir ve ahlakî açıdan eserlerin eksikliklerini, sunduğu yöntemlerle gösterir.
***
Mizancı Murad, Mizan gazetesinin sayfalarında yer verdiği bu makalelerle ahlakî edebiyatın tanımını yapmakta ve bu edebiyatın eleştirilerin aksine teoride kalmayıp pratikte de uygulanabileceğini göstermektedir. Kaba muaşaka tasvirlerinden öteye gitmeyen roman anlayışına bir eleştiri, hatta darbe diyebileceğimiz bu görüşleri doğrultusunda tek romanı olan Turfanda mı Turfa mı adlı eserini yazan Mizancı Murad, bu eserde savunduğu tüm görüşlerini uygulamaktadır. Romanın baş kahramanı Mansur Bey, Mizancı Murad’ın görüşlerini yansıtacak şekilde hata ve yanlışları düzelten, idealist bir Türk gencidir. ‘Numune-i imtisal’ kavramıyla paralellik arz edecek özellikler taşır. Ahlaksızlık mekânizmasını her alanda çökertmeye çalışır. Evlendiği kadın Zehra da Mizancı Murad’ın zihnindeki zeki, iffetli, yetenekli, eğitimli bir kişidir. Bu anlamda, o da örnek bir Türk kadını portresi çizer. Eserde, yazarın istediği gibi evlilik önce gerçekleşir. Aynı zamanda iyilerin mükâfatlandırıldığı kötülerin de cezalandırıldığı görülmektedir. Bu cihetle, onun teklifleri, değerlendirmeleri ve uygulamaları ahlak merkezli edebiyat anlayışlarına ışık tutar.
Dipnotlar:
1-Aristoteles, Poetika, Remzi Kitabevi, Çev.İsmail Tunalı, 8.baskı, 1999, İstanbul; s.22
2-Ahmet Mithat Efendi, ‘Romancı ve Hayat’, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi III (1865-1876),Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, İstanbul, 1993,s.63
3-a.g.e.s.64
4-Namık Kemal, Lisan-ı Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazatı Şâmildir, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II (1865-1876),Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, İstanbul, 1993,s. 184
5-a.g.e.s.184
6-a.g.e.s.380
7-a.g.e.s.379
8-a.g.e.s.388
9-a.g.e.s.426
10-a.g.e.s.386
11-Bu konuyla alâkalı Ahmet Hamdi Tanpınar farklı şekilde düşünmektedir. Eserdeki balkondan girme hadisesini makul görmektedir. Ona göre, Mizancı Murad Romeo ve Juliiet’in balkon sahnesini unutmuş gibidir. Bkz; Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1997,s.381
12-a.g.e.s.391
13-a.g.e.s.393
http://www.yagmurdergisi.com.tr/konu_goster.php?konu_id=1671&yagmur=bolum2&kat=12&sid=34